
I. GENEL OLARAK SUSMA HAKKI
“Susma”[1], kişinin konuşmaması veya konuşmaktan çekindiği hali ifade eden bir durumdur.[2] Ceza muhakemesinde “susma” ise temel bir hak olarak görülmektedir. Susma veya sessiz kalma olarak da ifade edilen bu hak ile suç şüphesi altında bulunan kişinin, bu suç ile ilgili olarak sessiz kalma tercihine devletin soruşturma veya kovuşturma makamlarını işgal eden kişiler tarafından saygı duyulması sağlanarak bu hakkın ihlal edilmemesi güvence altına alınır.
Kendini itham etmeme ayrıcalığı veya kendi aleyhine tanıklık etmeme muafiyeti olarak da bilinen susma hakkı, “hiçbir şüpheli ve sanık konuşmaya veya kendini suç altına sokmaya zorlanamaz”[3] şeklinde de ifade edilebilir. Kişinin dilediğinde sessiz kalabilmesi hukukun genel ve kabul görmüş prensipleri ile bağlantılı olmasının yanında, temel hak ve özgürlüğünün korunmasında büyük rol oynamaktadır.
Susma hakkı[4] Common Law kaynaklı bir kavram olmasına rağmen etkisini Kıt’a Avrupası Hukuk Sitemi’nde de göstermiş ve buna müteakiben ülkemiz hukuk sisteminde de uygulama alanı bulmuştur. Her ne kadar sessiz kalma hakkı T.C. Anayasası’nda açıkça belirtilmese de CMK’da kendisine yer bulmuştur.
Ceza Hukuku alanında şüpheli veya sanığın en etkili savunma silahlarından birisi olan susma hakkı, belki de en az kullanılanıdır. Bilindiği üzere temeli Roma Hukuku’na dayanan kurala göre, iddiada bulunan taraf iddiasını ispat yükü altındadır. Bu anlamda değerlendirildiğinde, cezalandırılma tehditi altında bulunan kişi sustuğu takdirde bütün ispat yükünü karşı tarafa bırakmış olacaktır.[5]
Şüpheli veya sanığın kendini suçlayıcı beyanlarının geçerliliğinin temel ölçütü: Beyanların ya da ikrarın yetkili kimse tarafından zorbalık, kendisine zarar verileceği korkusu veya menfaat elde etme ümidi ile değil; gönüllü olması (rızaya dayanması)”dır.[6] Bu noktada müdafi yardımından yararlanabilme ile susma hakkı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Susma hakkının kullanılıp kullanılmaması gerektiğine, eğer kullanılacaksa hangi ölçüde kullanılacağına hassas bir şekilde karar verebilmek ancak sağduyulu ve profesyonel bir müdafiin yapabileceği bir iştir.
Susması kendisi bakımından bir hak ve aynı zamanda savunma yöntemi olan şüpheli ya da sanık hakkında “saklayacağı bir şey olduğu” ya da “kendisini savunabilecek durumda olmadığı” için sustuğu varsayımından hareket etmek, hukuka aykırı bir önyargıdır.[7] Kısacası kişinin susma hakkını kullanması, suçluluğunu gösteren kesin bir delil niteliği taşımamalıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, susma hakkı doğru yerde kullanıldığında çok etkili olsa da bu hakkını kullanan her kişinin cezalandırılmaktan kurtulacağı düşüncesine kapılmamak gerekir. Kaldı ki, hukuka uygun delillerle birlikte kişinin suçu işlediği kesin olarak kanıtlandığı takdirde ceza kaçınılmazdır.
II. SUSMA HAKKININ TARİHSEL GELİŞİMİ
Günümüzde ceza muhakemesinin amacı maddi gerçeği ortaya çıkarmak olmasına karşın, eski dönemlerde geçerli olan ilkel ceza yargılaması kuralları pek çok sıkıntılı durumu beraberinde getirmiş özellikle de işkence yöntemi, suç şüphesi altında bulunan kişiden bilgi alınmasının en etkili yolu olmuştur.
Uzun yıllar ceza hukukunda, kuralların ihlali demek olan suçların işlenmesi halinde kamunun varlığını garanti eden münhasır çabalar olarak, tanrıların ve insanların intikamı demek olan cezalar uygulanmıştı.[8] Tarihsel süreçte şüpheli veya sanık konumuna düşen kişiler, üzerlerine atılı suç isnadı karşısında sustukları takdirde; kamu otoritesi nezdinde adeta suçu kabul ettikleri varsayılıyor veya bu kişilere işkence yapılarak suç hakkında itirafta bulunmaları isteniyordu. Özellikle konuşma mecburiyetinde bırakıldığı Tahkik Sistemi olarak da bilinen Engizisyon Dönemi’ne ve uygulamalarına tepki olarak gelişen susma hakkı, sanığın ifade ya da sorguda olayla ilgili olarak hiçbir açıklamada bulunma zorunluluğunun olmaması ile ilgili evrensel kabul görmüş olan bir ilkedir.[9]
Ceza yargılamasının ve buna bağlı olarak susma hakkının tarihsel gelişiminin kökleri Babil’e, Mısır’a, Antik Yunan’a ve Romalılara kadar dayanmaktadır. Ancak kişinin susmasının bir “hak” olarak kullanılmasının temeli Anglo-Sakson Hukuk Sistemi’nde atılmıştır. Zira, sanığa susma hakkı ilk defa İngiliz Özgürlükçülüğünün “köşe taşı” olarak nitelendirilen Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı)’da verilmişti.[10] 1215 yılında imzalanan Magna Carta Libertatum’da sanığa işkence yapılması kabul edilmemiş, böylelikle işkence uygulamasının kötü sonuçları bertaraf edilmek istenmişti. İngiltere’de Magna Carta’yı takip eden 1628 Petition of Rights, 1679 Habeas Corpus Act, 1689 Bill of Rights ve nihayet 1701 Act of Settlement gibi belgelerin hepsi bireyi devlete karşı koruma amacını gütmüştür.
Ancak bu konudaki esas atılım İngilizlerin oluşturduğu hukuktan ziyade Ortaçağ Avrupası’nda şekillenen hukuk ile birlikte gerçekleşmiştir. Ortaçağın sonlarında İtalyan hukukçuları tarafından (glassatörler MS 1100-1250 ve postglassatörler 1250-1450) yeniden keşfedilen, yorumlanan ve oluşturulan Roma Hukuku’nun reepsiyonu ile birlikte ceza hukukunda yeni bir dönem başlamıştır.Almanların hukuk duygusuna hiç de yabancı olmayan Roma Hukuku’nun Almanya’da yol açtığı en büyük gelişme, Carolina’nın[11] 1532 yılında Regensburg İmparatorluk Meclisi tarafından kabul edilmesi olmuştur. Ceza uygulamasında çok sayıda keyfi muamele ve adli cinayet şikayetleri üzerine Roma Hukuku’ndan yararlanılarak yapılan ve Kıt’a Avrupası Hukuku bakımından bir dönüm noktası sayılan, daha çok ceza muhakemesine ilişkin kurallar içeren, bu arada işkenceyi bir hukuk kurumu olarak belli şartlara bağlayan bu ünlü kanun ile Müşterek Ceza Hukuku’na varıldı.[12] Carolina’nın işkencenin önlenmesinden yana tutumu ile birlikte, susma hakkının da korunmaya çalışıldığı açıktır.
Rönesans döneminde gündeme gelmeye başlayan Hümanizm Felsefesi, insanı temel alan ve onun ne olduğunu, bu dünyadaki yerinin ve anlamının ne olduğunu gündeme getiren bir eğilimdir. Hümanizm, Antik Çağ felsefesinin kaynaklarına ve anlaşılmasına yöneliş ve onların yeniden bir değerlendirilmesi girişimi olarak ortaya çıkmıştır. Ancak hümanizm esas ve yaygın anlamda, yeni meydana gelen modern insanın yeni dünya görüşü ve yaşam anlayışı olarak anlam kazanmıştır. Avrupa’da başlayan Rönesans hareketleri beraberinde Reform hareketlerini getirmiş; bu gelişmeler Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin hazırlanmasında büyük rol oynamıştır.
1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi m.VII ilâ m. XII arasındaki bölümde, modern ceza muhakemesi uygulamasının doğmasına ortam hazırlayacak şekilde, devletin hürriyeti bağlayıcı ceza uygulayabilmesinin temel koşulları gösterilmiştir. Özellikle m.IX’da, “ Her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılacağı”ndan bahsedilerek, masumiyet karinesi açıklığa kavuşturulmuştur. Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Kişi kendisini aktif olarak da savunsa, pasif olarak da savunsa ve sessiz kalma yoluna da gitse suçlu olduğu kanıtlanana kadar masum sayılacaktır.
Bununla birlikte çalışmanın ilerleyen safhalarında incelenecek olan Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi’nin vermiş olduğu Miranda Kararı, ceza muhakemesine tabi tutulacak kişinin “haklarını öğrenme hakkı”nın bulunduğu sonucuna varması açısından önem arz etmektedir. Özellikle bu haklarının bildirim zamanı ve içeriği kararın en can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Bu karar Anglo-Amerikan Sistemi’ni etkilediği kadar, Kıt’a Avrupası Hukuk Sistemi’ni de etkilemiştir. Örneğin Ceza Muhakamesi Kanunu’nu iktibas ettiğimiz ülke olan Almanya, kendi ceza muhakemesi mevzuatını bu karardan etkilenerek değiştirmiştir.
III.TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER İLE HUKUKUN GENEL PRENSİPLERİNİN SUSMA HAKKI İLE İLİŞKİSİ
Bilindiği üzere ceza muhakemesinin amacı maddi gerçeğe ulaşabilmektir. Ancak unutulmamalıdır ki amaca ulaşabilmek için her türlü aracın meşru sayıldığı Makyavelist bir felsefe ile ceza muhakemesi safhası yürütülmemelidir. Çünkü her insanın, sırf insan olmasından kaynaklanan hakları vardır ve ceza yargılamasında şüpheli veya sanığın susma hakkı, bu haklardan birisidir.
1) Hukuk Devleti İlkesi
Hukuk devleti ilkesi insan onurunun ve haysiyetinin korunması için bir zırh görevi görmektedir.. İnsan onurunun korunması ilkesi (Ümanizm) için ön şart hukuk devletinin var olmasıdır.
1982 Anayasası’nda, hukuk devleti ilkesi, Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında sayılmıştır. (AY. m. 2). Hukuk devleti üç sütun üstüne inşa edilmiştir.[13] Bunlar:
-İnsan haklarının gerçekleştirilmesi,
-Adaletin sağlanması ve
-Güvenliğin temin edilmesidir.
Hukuk devletinin üç temel unsurunun susma hakkı ile ilişkisi şöyle bir mantık çerçevesinde açıklanabilir: Susma hakkı T.C. Anayasası, CMK ve usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan uluslararası antlaşmalara göre temel bir insan hakkıdır. Bu hakka ket vurulması, temel insan haklarından sayılan bir hakkın kullanılamaması sonucunu doğurur ki bu da, adaletin gerektiği gibi sağlanamamasına neden olur. Bir ülkede adaletin sağlananamamış olması domino etkisi yaparak kişilerin devlette güven içinde yaşamalarına da mani olur.
2) İşkence ve Kötü Muamele Yasağı
İşkence ve kötü muamele yasağının temeli Immanuel Kant’ın felsefesine dayanmaktadır.[14] İnsan, başlı başına amaçsal olarak ele alınmalıdır. Çünkü insanın kendi başına değeri vardır. Bu nedenle insanı araçsallaştıran, bir vücuda indirgeyen, onun iç değerini ve onurunu yok sayan muameleler yasak kapsamında değerlendirilmelidir.
Susma hakkının tarihsel gelişimde de bahsedildiği üzere, işkence ile susma hakkı arasında ciddi bir bağlantı vardır ve bu iki kavram birbirinin adeta tezi-anti tezi konumundadır. Bu hakkını kullanan kişiden delil ve ikrar elde edebilmenin akla gelen ilk yolu işkence veya kötü muameledir. Hüküm kurulurken işkence, insanlık dışı ve onur kırıcı muamele ile toplanan delillere dayanılması hakkaniyete uygun yargılamayı ihlal etmektedir.[15]
Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre işkence: “Kensisinden veya üçüncü bir kişiden bilgi veya itiraf elde etmek; kendisinin veya üçüncü bir kişinin işlediği veya işlediğinden şüphe edilen bir suç için cezalandırmak; kendisini veya üçüncü kişiyi sindirmek, baskı altında tutmak amacıyla veya her türlü ayrımcılığa dayalı nedenlerle bir kişiye kasıtlı olarak ister fiziksel, ister ruhsal olarak şiddetli acı verilmesi, eziyet yapılması eylemidir.” olarak tanımlanmıştır.
Hukukumuzda işkenceyi ve kötü muameleyi engelleyici nitelikte olacak şekilde; suç şüphesi altında bulunan kişiye kötü davranma, işkence, ilâç verme, yorma, aldatma, cebir veya tehditte bulunma, bazı araçları kullanma gibi bedensel veya ruhsal müdahaleler yapılması ile kanuna aykırı bir yarar vaat edilmesi kanun koyucu tarafından yasaklanmıştır (CMK m. 148, f. 1 ve 2). Ayrıca yasak usullerle elde edilen ifadeler rıza ile verilmiş olsa da delil olarak değerlendirilemeyeceği belirtilmiştir.(CMK m. 148, f. 3). Buradan şu çıkarımda bulunulabilir: Kişi susma hakkını kullandı diye işkenceye veya kötü muameleye uğramayacak, ancak bu fiiller kişi üzerinde gerçekleştirildiği ve bir itiraf elde edildiği takdirde bu itiraf muhakeme sürecinde delil olarak nitelendirilemeyecektir.
3) Nemo Tenetur İlkesi (Kendini Suçlayıcı Delil Sunmaya Zorlanmama İlkesi)
Kimse kendini suçlamak zorunda değildir.[16] Bu sebeple susma hakkını kullanan kişiye “İkrar delillerin şahıdır.” anlayışıyla yaklaşıldığı takdirde; şüpheli veya sanığın, işkenceye veya kötü muameleye maruz kalması ve adil yargılanma hakkının zedenelenmesi kaçınılmazdır.
4) Adil Yargılanma Hakkı ve Silahların Eşitliği İlkesi
Adil yargılama hakkından[17] bahsedebilmek için; ceza yargılamasının bağımsız, tarafsız ve kanunla kurulmuş mahkemeler önünde, makul sürede, aleni, denetlenebilir bir şekilde ve silahların eşitliği ilkesi çerçevesinde yapılması gerekir.
Silahların eşitliği ilkesi, şüpheli veya sanığın savunma için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olması; yargılamada savunma hakkının kısılmaması; şüpheli veya sanığın tanınan hakların hiçbir engelleme ve zorlaştırma olmadan kullanılabilmesi demektir. Bu ilke yargılamadaki taraflar arasında hakkaniyete uygun bir dengenin sağlanmasını amaçlar ve bu ilkenin yargılamanın her safhasında korunması gerekir.
Yargılamada kendisini illa ki aktif olarak savunmak zorunda olmayan şüpheli veya sanık, pasif yani sessiz kalarak da yargılamaya katılabilmelidir. Bu anlamda kişinin ceza yargılamasındaki silahlarından biri olan susma hakkını kullanması engellenmemeli veya zorlaştırılmamalıdır.
5) Masumluk Karinesi ve Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi
Masumluk karinesi ve şüpheden sanık yararlanır ilkesi birbiriyle sıkı bir bağ içerisindedir. Masumluk karinesine göre, suçun işlendiği kesin bir biçimde kanıtlanana kadar kişi masum kabul edilecek ve cezalandırılmayacaktır. Bu nedenle, suç işlediği şüphesi altında bulunan kişinin suçsuz olabileceği özellikle bu kişiler ile temasa geçen yetkililer tarafından unutulmamalıdır.
İspat, iddia makamına ait bir iştir ve şüphe ancak sanık lehine kullanılabilir. Şüpheden sanık yararlanır ilkesine göre, yapılan ceza muhakemesi sonunda fiilin sanık tarafından işlendiği %100 belliliğe ulaşmadığı takdirde mahkemenin beraat kararı vermesi gerekir.[18]
6) İsnat Edilen Suçu ve Hakları Öğrenme Hakkı
İsnadı öğrenme hakkı: Her sanık, şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa zamanda, anladığı dille ve etraflı surette haberdar edilmek; müdafaasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara malik olma hakkına sahiptir.[19]
Hakları öğrenme hakkına göre ise, şüpheli veya sanığın ceza muhakemesinde aktif bir süje olarak rol oynayabilmesi açısından kendine tanınan hakların, yetkili merciilerce bildirilmesi gerekmektedir. Suç isnadı altında bulunan kişi ile temasa geçen yetkililer tarafından özellikle iki hakkın şüpheli veya sanığa bildirilmesinin elzem olduğu kanaatindeyim. Bunlardan birincisi müdafii ile temasa geçebilme hakkıdır; çünkü bu kişilere diğer hakları bildirilmemiş dahi olsa müdafii bu haklardan bahsedecektir.Diğeri ise tez konusu olduğu üzere susma hakkıdır.Üzerine atılı isnadı ve kullanabileceği haklarını öğrenen kişi, susma hakkını kullanabilecek ve ispat yükünü iddia makamının üzerinde bırakacaktır.
IV. SUSMA HAKKININ KULLANIM ÇEŞİTLERİ
Muhakeme süreci boyunca şüpheli veya sanığın susma hakkını kullanmasının çeşitli şekilleri olabilmektedir. Bunlar:
-Tam susma : Şüpheli veya sanığın bütün muhakeme süreci boyunca tüm suçlamaların karşısında susmasıdır.
-Kısmi Susma : Şüpheli veya sanığın muhakeme sürecinin belirli bir bölümünde susup belli sorulara cevap vermekten kaçınması (örneğin, hırsızlık suçunu işlediğini kabul eden kişinin, kendisini bu suçu işlemeye sevk eden düşünceyi ortaya koymaması) durumudur.
-Geçiçi susma : Şüpheli veya sanığın bir makamın önünde konuşmazken diğerinde konuşması halinde oluşan durumdur. Buna örnek vermek gerekirse, kollukta susan ancak mahkemede sorgusunun yapıldığı esnada konuşan sanığın geçici olarak susma hakkını kullandığından bahsedilebilir
VI. SUSMA HAKKININ T.C. ANAYASASI’SI KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ
Bu konuyu açıklarken en baştan belirtmek gerekir ki T.C. Anayasası’nda susma veya sessiz kalma hakkı doğrudan doğruya düzenlenmemiş; “temel hak ve hürriyetlerin niteliği”ni düzenleyen 12. maddede olduğu gibi “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.” denilerek, susma hakkını da içine alan bir temel hak ve hürriyet tanımı yapılmıştır.
AY m. 13’te temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği; bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Demokratik toplum düzenlerinde, cezalandırılma tehditi altında bulunan kişilerin savunma silahlarından birisi olan susma hakkının ortadan kaldırılması düşünülemeyecektir.
“Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” başlıklı Anayasa m. 15’in 1. fıkrasında: “Savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.” denilmiştir. Bu maddede dikkati çekmek istediğim nokta: Temel hak ve hürriyetlerin kullanımı durdurulsa da milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilemeyeceğidir. Anayasa m. 90’a göre usulüne uygun olarak onaylanmış ve uygun bulunmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla, kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınacaktır. Bilindiği üzere AİHS, ülkemiz tarafından uygulanmakta; Sözleşme’nin 6. maddesinde düzenlenen “adil yargılanma hakkı” içinde susma hakkı zımnen kabul edilmiş ve mahkeme kararları bu yönde verilmiştir.
Anayasa m.15’in 2. fıkrasında ise: “Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamayacağı; kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı ve bunlardan dolayı suçlanamayacağı; suç ve cezalar geçmişe yürütülemeyeceği; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamayacağı” belirtilmiştir. Ceza muhakemesinin süjelerinden olan şüpheli veya sanığın susma hakkını kullandığı takdirde, sakıncalı durumlarla baş başa kaldığı özellikle de işkenceye uğrama ihtimalinin yüksek olduğu açıktır. Susma hakkı ile Anayasa m. 15/2 birlikte değerlendirildiğinde: Nemo tenetur ilkesi gereği kişi kendisini suçlayıcı beyanda bulunmak zorunda değildir, susma hakkını kullanabilir; masumiyet karinesi gereğince de susma hakkını kullanan kişinin suçluluğu sırf bu sebeple kanıtlanmış olmayacaktır.
Haklarını öğrenme hakkı, şüpheli veya sanık açısından son derece önemlidir. Haklarını öğrenen kişinin, bir hakkının da susmak olduğu açıktır ve bu husus An. m. 19’da; “yakalanan veya tutuklanan kişilere, yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar herhalde yazılı ve bunun hemen mümkün olmaması halinde sözlü olarak derhal, toplu suçlarda en geç hakim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirileceği” şeklinde bir düzenleme bulunmaktadır. Kişiye, bu hakları bildirilmeden bir işleme tabi tutulması halinde uğradığı zararın devlet tarafından tazminini isteyebilir. (An. m.19/8) Hukuk devletinin yapması gereken de tam olarak budur.
Bu bölümdeki incelemeyi bitirmeden son olarak An.38’deki suç ve cezalara ilişkin esaslara bakmakta fayda vardır. Madde hükmünde, ”Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz. Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez. Ceza sorumluluğu şahsidir.” denilmiştir. Bu madde düzenlenirken nemo tenetur ipsum accusare ilkesinden esinlenildiği çok açıktır. Şüpheli veya sanık, kendisini suçlayıcı beyanda bulunmayacağı gibi isterse susma hakkını da kullanabilecektir. Susma hakkını kullanan kişiden yasak usullerle elde edilen deliller ceza muhakemesinde kullanılamayacaktır.
VI. ALMAN CEZA MUHAKEMESİ KANUNU (STRAFPROZEßORDNUNG (StPO) İLE TÜRK CEZA MUHAKEMESİ KANUNU’NUN SUSMA HAKKI AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI
Dünyanın pek çok ülkesinde, özellikle de gelişmiş olanlarda susma veya sessiz kalma hakkı düzenlenmiş bulunmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunumuz, Alman Ceza Muhakemesi Kanunu’nundan iktibas edilmiş olduğundan bu başlık altında ilk önce Alman Ceza Muhakemesi Kanunu’nu incelemenin faydalı olacağı kanaatindeyim. Detayına girmeden şunu da söylemek isterim: İtalya, her ne kadar TCK’yı iktibas ettiğimiz ülke olsa da, İtalyan Ceza Muhakemesi Kanunu’nun[20] 64, 210, 293 386, 391 ve 513. maddelerinde de susma hakkına değinilmiştir.
StPO madde 55’te[21] “bilgi vermekten kaçınma”[22] hakkı düzenlenmiş ve :
“Tanık kendisini veya yakınlarını herhangi bir cezai soruşturma riskine karşı korunmak için sorulan sorulara cevap vermeyebilir. Tanık da cevap vermeyi reddetme hakkı yani susma hakkı konusunda bilgilendirilmelidir.” denilmiştir. İlerleyen bölümde açıklanacağı üzere CMK m. 45 ile hemen hemen aynı bir düzenleme StPO’da mevcuttur. Görüldüğü üzere susma hakkı sadece şüpheli veya sanığa değil belli durumlarda tanıklara da sağlanmış bir haktır.
StPO m. 112 vd. yakalanan ve tutuklama işlemleriyle alakalı olup, 114b[23] maddesinde tutuklanan sanığa haklarının hatırlatılması mecburiyeti düzenlenmiştir. StPO m. 114b/1’de[24]:
“Tutuklu sanığa hakları gecikmeksizin ve yazılı olarak, kişinin anlayacağı dilde bildirilmelidir. Bu yazılı bildirimin yetersiz kalacağı açıksa, ayrıca sözlü olarak da bilgi verilmelidir. Yazılı bildirimin yapılma imkanının bulunmadığı hallerde, aynı süreç durumun icabına göre yazılı bilginin verilemeyeceği hallerde de uygulanmalı, ancak makul bir süreden sonra yine de kişiye hakları yazılı olarak bildirilmelidir. Kişi yazılı olarak bilgilendirildiğini onaylamalı, bunu reddettiği takdirde durum kayda geçirilmelidir.” denilmiştir. Aynı maddenin devamında sanığın ne gibi hakları olduğu belirtilmiş olup 114b/2-2’de:
“Sanık suçlamalara karşı cevap verme ya da sessiz kalma hakkına sahiptir[25].” denilerek, sanığın susma hakkı kabul edilmiş, kanunen güvence altına alınmıştır. Anılan madde hükmü CMK m. 90 ve m. 147 ile büyük benzerlik göstermektedir.
StPO m. 115’te[26] mahkeme tarafından yapılan sorgu aşaması düzenlenmiş, aynı maddenin 3. fıkrasında:
“Sorgu esnasında, sanığa hangi suçlamalar altında olduğu belirtilmeli ve sorulan sorulara cevap verme veya sessiz kalma hakkına sahip olduğu hatırlatılmalıdır. Sanığın kendi üzerinden şüphelerin kaldırılmasını ve tutukluluğunun son bulmasını isteyebilmesinin yanında, kendi yararına olan konular hakkında konuşma imkanının sunulması da gereklidir.”[27] denilmiştir.
StPO m. 136’da “şüphelinin ilk sorgusu” düzenlenmiştir. Belirtmek gerekir ki bizim hukuk sistemimizde şüphelinin beyanlarına başvurulacaksa bu işlemin adı ifade almadır. Ancak StPO m. 136’nın Türkçe’deki karşılığı “şüphelinin ilk sorgusu”dur. Bu maddedenin ilk iki fıkrası tez konusu açısından önem arz etmektedir.
StPO m. 136/1[28], “İlk sorgunun başlangıcında, sanık işlendiği iddia edilen suçlama ve kendisine uygulanabilecek hükümler hakkında bilgilendirilmelidir. Kişiye yardımcı olabilecek hukuki hakları bildirilirken, kendisine yöneltilen suçlamalar hakkında cevap verebileceği veya herhangi bir beyanda bulunmayabileceği; her aşamada hatta sorgulanmasından önce dahi savunma avukatına danışabileceği bildirilmelidir. Ayrıca, kişi savunmasına yardımcı olabilecek delillerin toplanmasını isteme hakkına ve m. 140/1 ve 140/2’deki hallerde kendisine avukat tayin edilmesini m. 141/1 ve 141/3 uyarınca isteyebilir. Bu durumun olmadığı hallerde, kişinin yazılı olarak beyanda bulunma hakkının ve fail-kurban programına katılma olasılığının bulunduğu bildirilmelidir.“ Sorgunun başlangıcında kişiye bildirilmesi gereken haklardan birisinin susma hakkı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
StPO m 136/2[29], “Sorgulamada sanığa hakkındaki şüphelerin giderilmesini isteme ve kendisi lehine olan durumları ileri sürebilme imkanı tanınmalıdır. “ Kişi her ne kadar susma hakkını kullansa da, lehine olan hususları ileri sürebilecektir. Kısmi susmanın gerçekleştiği böyle bir durumda mahkeme bu talebi dikkate almadan karar veremeyecektir.
Son olarak, StPo m. 163a’da[30] “şüphelinin ifadesinin alınması” düzenlenmiş ve bu maddede özetle: Sadece soruşturma organlarının biri tarafından şüpheliye ilk kez ifadesi alındığı sırada haklarının öğretilmesinin yeterli olmayacağı; soruşturmanın bütün evrelerinde (kolluk, savcı) veya hâkim karşısına ilk çıkışında hakların ilgili makamlarca her defasında yeniden öğretilmesi şeklinde uygulama yapılması gerektiği belirtilmiştir. Buradan çıkarılacak sonuç, kişi susma hakkını bilse dahi, tıpkı müdafii yanında bulunan nezaretteki şüphelinin durumunda olduğu gibi tekrardan ve özenle hatırlatılmalıdır. Böyle bir madde hükmünün bir benzeri CMK’da mevcut olmamakla birlikte, gerek yakalamaya, gerek soruşturma evresine ait maddelerde gerekse mahkeme tarafından yapılan sorguda kişiye haklarının hatırlatılacağı yazılmıştır.
CMK m. 90’da “yakalama ve yakalanan kişi hakkında yapılacak işlemler“ düzenlenmiş ve maddenin 4. fıkrasında susma hakkını da içine alabilecek bir düzenleme yapılmıştır. Anılan madde fıkrasında “Kolluk, yakalandığı sırada kaçmasını, kendisine veya başkalarına zarar vermesini önleyecek tedbirleri aldıktan sonra, yakalanan kişiye kanunî haklarını derhal bildirir.” denilmiştir. Burada açıklanması gereken husus, yakalanan kişinin kanuni haklarından birisinin de susma hakkı olduğudur. Madde hükmü StPO m.112’ye benzer bir düzenleme getirmiştir.
CMK’nın 147. maddesinin incelenmesinin susma hakkı açısından faydalı olacağı düşüncesindeyim. CMK m. 147’de ifade ve sorgunun tarzı düzenlenmiştir. (Belirtmek gerekir ki StPO’da susma hakkının geçtiği bölümlerde ifade ve sorgu ayrımı yapılmamıştır. İfade, teknik anlamıyla soruşturma esnasında şüphe altında bulunan kişinin kollukta veya savcı nezdinde olay hakkında beyanlarının alınması; sorgu ise kovuşturma aşamasında sanığın mahkeme huzurunda beyanlarının alınmasıdır.) CMK m. 147/1-e’de, şüpheli veya sanığın “Yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanuni hakkı olduğu söylenir” denilerek, yetkili makam önünde bulunan kişi şüpheli ise kolluk veya Cumhuriyet savcısının, sanık ise mahkemenin kişiye bu hakkını hatırlatması gerektiği belirtilmiştir. Susma hakkı açısından düşünüldüğünde StPO m. 136’daki düzenlemenin bir benzeri CMK’da görülmektedir.
CMK m. 147/1-f’de ise “ Şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını isteyebileceği hatırlatılır ve kendisi aleyhine var olan şüphe nedenlerini ortadan kaldırmak ve lehine olan hususları ileri sürmek olanağı tanınır” denilmiştir.
Görüldüğü üzere, CMK ile Alman Ceza Muhakemesi Kanunu olan Strafprozeßordnung (StPO) arasında lafzi ve gai olarak çok bir fark bulunmamaktadır. Medeni bir toplum olduğu tüm dünya tarafından kabul görmüş bir ülkenin yasası ile ülkemizin yasası bu derece benzer olmasına karşın; susma hakkının veya diğer hak ihlallerinin ülkemizde Almanya’ya nazaran daha fazla olduğu açıktır. O halde sorun kanundan değil ugulamadan kaynaklanmaktaıdr.
Ceza muhakemesi karşılaştırması şu sözle son bulabilir. “En iyi yasa kötü uygulayıcı elinde berbat, en kötü yasa iyi uygulayıcı elinde mükemmel olur.”
VII. CMK’DA DÜZENLENEN KURALLARA GÖRE TANIKLARIN SUSMA HAKKI
Susma hakkı her ne kadar şüpheli veya sanık için getirilen bir hak olsa da, tanıkların da tanıklıktan çekinme hakkını kullanarak bir nevi susma hakkını kullandıkları bir gerçektir. Bu sebeple, öncelikle yakınlığı sebebiyle daha sonrasında ise mesleği dolayısıyla tanıklıktan çekinebilecek kişilerin durumu açıklanacaktır.
1) Tanığın, Şüpheli Veya Sanığın Yakını Olması Sebebiyle Tanıklıktan Çekinme Hakkı
Susmak, şüpheli veya sanık için büyük bir nimettir. Bunun sonucunda, yalan beyanda bulunmadan, dikkatsizlik sonucu ağzından bir şey kaçırmadan, sadece karşı tarafın iddiasını ispat etmesini bekleyerek, hatta istediği zaman bu hakkını kullanmayıp belirli konularda açıklama yaparak kendisini savunabilir. Susma hakkını kullanan kişinin esas amacı kendisine bir zararın dokunmamasını istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple susma hakkı esasen şüpheli veya sanığa tanınan bir haktır.
Ancak, susma hakkını dar anlamda düşünüp sadece şüpheli veya sanığın hakkı olduğunu kabul etmek sakıncalı sonuçlar doğuracaktır. Bunun nedeni ceza yargılamasının süjesi olan şüpheli veya sanığın çoğu yakını bu kişilerin ceza almasını istemeyecek olması hayatın bir gerçeğidir.
Bu düşünceden hareketle CMK m. 45’te “tanıklıktan çekinme” başlığı düzenlenmiş ve şüpheli veya sanığın belirli dereceye kadar yakınları, yapılan ceza yargılamasında tanık olmaları durumunda, tanıklık yapmayabilecekleri açıklığa kavuşturulmuştur.. Anılan maddenin ilk fıkrasında kimlerin şüpheli veya sanığa yakınlığı sebebiyle tanıklık yapmaktan çekinebilecekleri sayılmıştır. bu kişiler :
– Şüpheli veya sanığın nişanlısı,
– Evlilik bağı kalmasa bile şüpheli veya sanığın eşi,
– Şüpheli veya sanığın kan hısımlığından veya kayın hısımlığından üstsoy veya altsoyu,
– Şüpheli veya sanığın üçüncü derece dahil kan veya ikinci derece dahil kayın hısımları,
– Şüpheli veya sanıkla aralarında evlâtlık bağı bulunanlardır.
Görüldüğü üzere madde hükmünde sayılan kişiler genel olarak yakın akrabalardır ve kanun koyucu tarafından belirli bir derece ile sınırlı tutulmaya gayret gösterilmiştir. Bu kişilerin sınırının genişletilmesi halinde, maddi gerçeğe ulaşma imkanının azalacağı düşüncesine katılmaktayım.
Peki tanıklıktan çekinebilecek kişiler bu haklarını bilmiyorlarsa durum ne olacaktır? Şüpheli veya sanığın, tanıklık yapan kişinin yakını olduğu takdirde yüksek ihtimalle olayla ilgili beyanda bulunmak istemeyeceği açıktır. İşte bu ihitmal göz önüne alınarak CMK m. 45/3 düzenlenmiş ve “Tanıklıktan çekinebilecek olan kimselere, dinlenmeden önce tanıklıktan çekinebilecekleri bildirilir. Bu kimseler, dinlenirken de her zaman tanıklıktan çekinebilirler.” denilmiştir. Anılan madde hükmü CMK 147/1-e’dekine benzer bir yaklaşımla hazırlanmış, kişinin bu hakkını bilmeyebileceği düşünülmüştür.
2) Bazı Meslek Sahiplerinin Tanıklıktan Çekinme Hakkı
Bazı meslek grupları vardır ki karşı tarafta güven duygusu yaratması gerekir. Çünkü bu meslekleri icra eden kişilerin çoğu, kendisiyle iş yapmak isteyen kişinin sırlarına, gizli bilgilerine hakim olacaktır. Böylesi bir durumda sırlarını gizleyemeyen kişinin şüpheli veya sanık durumuna düşmesi ve bu meslek sahiplerinin de o suç ile ilgili tanık olarak dinlenmesi sakıncalı sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
Bu konu CMK m. 46’da “meslek ve sürekli uğraşıları sebebiyle tanıklıktan çekinme” başlığı altında şu düzenlemeye yer verilmiştir:
– Hekimler, diş hekimleri, eczacılar, ebeler ve bunların yardımcıları ve diğer bütün tıp meslek veya sanatları mensuplarının, bu sıfatları dolayısıyla hastaları ve bunların yakınları hakkında öğrendikleri bilgiler ve
– Malî işlerde görevlendirilmiş müşavirler ve noterlerin bu sıfatları dolayısıyla hizmet verdikleri kişiler hakkında öğrendikleri bilgiler hakkında tanıklık yapmaktan çekinebilecekler ancak ilgilinin rızasının varlığı halinde, tanıklıktan çekinemeyeceklerdir.
CMK’da ilgilinin rızası halinde tanıklıktan çekinilemeyeceği kuralının bir tek istisnası vardır:
– Avukatlar veya stajyerleri veya yardımcılarının, bu sıfatları dolayısıyla hizmet verdikleri kişiler hakkında öğrendikleri bilgileri, ilgili kişi bu bilgilerin verilmesinde rıza gösterse dahi, yetkililere vermekten kaçınabilir.
Bilindiği üzere avukatlık mesleği güven üzerine kurulu bir meslektir. Müvekkil avukata güvenmediği takdirde bilgilerini vermekten kaçınabilir. Bu cümlenin mefhumu muhalifinden çıkacak sonuç, avukatına güvenen müvekkil gerekli bütün bilgileri verecektir. Bu güvenin boşa çıkma ihtimalini bertaraf edebilmek açısından hem CMK m. 46’da avukatların güvenilirliği korunmaya çalışılmış hem de Avukatlık Kanunu m. 36’da sır saklama başlığı altında, avukatın müvekkilin sırlarını açığa vurması yasaklanmıştır.
Konuyu susma hakkı çerçevesinde değerlendirmek gerekirse, cezalandırılma tehdidi ile karşılaşan şüpheli veya sanığın, belki de en özel bilgilerini ve sırlarını verdikleri kişilerin bu bilgileri tabiri caizse ifşa etmesi, güvene dayalı bu mesleklerin itibarını da zedeleyecek; aynı zamanda susma hakkını kullanan kişinin sırlarını veya sustuğu konuyu dillendirebilecek kişiler bulunabilecektir. Böylece kanun dolanılabilecek, kişinin temel haklarından biri olan susma hakkı işlevsizleştirilecektir.
VIII. TÜRK HUKUKU’NDA SUSMA HAKKININ YERİ VE UYGULANIŞI
Hâkim tarafında yapılan sorgunun veya kollukta ve savcılıkta alınan ifadenin şüpheli veya sanık için bir “savunma aracı” ve bir “hak” olmasından dolayı, susma hakkının kullandırılmayıp kişinin zorla konuşturulmaya çalışılması savunma hakkının özünün yok edilmesi anlamını taşır.[31] Susma hakkını kullanan kişi hakkında “susmanın ikrardan geldiği” düşünülmemeli, masumluk karinesi akıldan çıkarılmamalıdır.
Ülkemizde, kolluk uygulamalarında susma hakkı ve diğer kanuni haklar şüpheliye şifahen hatta çoğu zaman hiç bildirilmemekteydi. Ancak son dönemde şüphelinin olay hakkındaki beyanının alındığı “Şüpheli İfade Tutanağı”nda, şüphelinin kimlik bilgilerinin altındaki bölümde şüphelinin belli başlı hakları vardır. İlerleyen kısımda açıklanacak olan Miranda Kararı neticesinde oluşturulan Miranda Uyarısı’na benzer hakların olduğu bu tutanakta:
“-Kimliğinizle ilgili sorulara doğru cevap vermek zorundasınız. Kimliğinizle ilgili bilgileri vermemeniz veya yanlış vermeniz suç teşkil edecektir.
-İsnad edilen suç hakkında açıklamada bulunmama, yani susma hakkına sahipsiniz.
-Yakalandığınızı ve/veya gözaltına alındığınızı, yakınlarınıza haber verme hakkına sahipsiniz.
-Aleyhinize varolan şüpheleri kaldırmak için lehinize olan hususları öne sürebilirsiniz.
-Müdafi tayin hakkınız vardır. Müdafi tayin edebilecek durumunuz yoksa, baro tarafından tayin edilebilecek bir müdafiinin hukuki yardımından yaralanabilirsiniz. Müdafii ile görüşme ve konuşma hakkınız vardır. Müdafiiniz, ifade alma esnasında hazır bulunabilir.
-Yakalama, gözaltına alma işlemine veya gözaltı süresinin uzatılmasına ilişkin Cumhuriyet savcısının yazılı emrine karşı, serbest bırakılmak için sulh ceza hakimine başvurabilirsiniz.” şeklinde matbu olarak düzenlenen haklar listesi vardır ve bitiminde bu hakların şüpheliye “hatırlatıldığı, anlatılıp, açıklandığı” otomatik bir şekilde not düşülmektedir. Ayrıca şüpheli ifade tutanağındaki bu hakların, küçük puntolarla yazıldığı da bir gerçektir. Bu sebeple, kimi durumlarda hakları üstünkörü söylenip geçilen şüpheliler, şüpheli ifade tutanağını eline aldıklarında belki de bu küçük puntolu yeri okumayı es geçeceklerdir.
Bu noktada avukatlara büyük bir görev düşmektedir. Elbette ki ceza hukukumuzda, her durumda kişinin kendisini avukat vasıtası ile savunma zorunluluğu yoktur. Ancak müdafii olarak görev alan avukatın şüpheli ifade tutanağına koyduğu imza ile kolluğun yaptığı hukuka aykırı işlemleri adeta meşrulaştıracağı bilincinde olması gerekir. Tez konusu olduğu üzere, susma hakkının da içinde belirtildiği bu hakları şüpheliye kavrayabileceği şekilde muhakkak surette hatırlatılmalıdır.
Ülkemizde, susma hakkını kullanmak isteyen şüphelinin kolluktan derhal savcılığa sevk edilmesi gerekirken uygulamada, karakolda kolluk görevlileri tarafından kasten veya ihmalen bekletilerek konuşmak istemeyen şüpheliye adeta psikolojik baskı yapılmaktadır. Zira, örneğin hayatında karakola hiç işi düşmemiş bir şüpheli için karakolda geçirilecek bir saniye fazla vakit dahi, eşyanın tabiatı gereği, şüpheliye ızdırap verici olacaktır. Dolayısıyla, soruşturma evresinde kollukta susma hakkını kullanan şüpheli, kolluk tarafından bu hususun ifade tutanağına geçirilmesi ile şüphelinin derhal savcılığa sevki ile sonuçlanmalıdır. Bu uygulamanın amacı elbette ki şüpheliyi bezdirerek konuşturmak ve şüpheliden kendisini itham edici beyanlarda bulunmasını sağlamaktır.
Halbuki birer hukuk adamı olduklarını asla unutmaması gereken savcılar ve hakimler susma hakkını ihlal edici bu davranışları ile bizatihi görev yaparken bağlı oldukları, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerde somutlaşmış evrensel hukuk ilkelerini ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili düzenlemelerini ihlal etmektedirler.
Ülkemizdeki uygulamada kısmi susma yani şüpheli veya sanığın ancak belli sorulara cevap verip belli sorularda susma hakkını kullandığı durumlarda, hâkimler şüpheli veya sanığın susma hakkını kullandıktan sonra yaptığı müteakip açıklamaların doğru olmadığını düşünmekte, yapılan yargılama niyet okumaya dönüşmektedir. Bu da mahkemenin takdir yetkisini olumsuz yönde kullanmasına yol açmaktadır.Soruşturma safhasında özellikle kolluk tarafından alınan ifade sırasında olmak üzere savcının bizzat aldığı ifadede de şüpheliye asla sorulara cevap vermek zorundaymış duygusu altında muamele yapmamalıdır.[32]
Son olarak belirtmek gerekir ki şüpheli veya sanığın susma hakkını biliyor olması susma hakkını bildirecek görevliye bildirme görevini yerine getirmemesini asla haklı kılmaz.[33] Hatta şüpheli veya sanık yanında müdafi ile ifadeye veya sorguya gelse ve müdafi tarafından susma hakkı konusunda aydınlatılmış olsa bile, susma hakkını bildirecek görevli ya da organ, bu konuda gerekli bilgilendirmeyi yapmakla yükümlüdür.Unutulmamalıdır ki suç şüphesi altındaki bireye haklarını öğretmek bir hukuk devletinin temel vazifesidir.[34] Bu yapılmadığı takdirde TCK m.1’de sayılan: kişi hak ve özgürlükleri, kamu düzeni ve güvenliği korunamayacaktır.
IX. SUSMA HAKKININ KULLANILAMAYACAĞI HALLER
Belirtilmek gerekir ki susma hakkı kişiye kimliğini bildirmeme ve kimliği hakkında resmi mercilere yalan söyleme hakkını vermez. Şüpheli veya sanık, kimliğine ilişkin soruları doğru olarak cevaplandırmakla yükümlüdür (CMK m. 147, f. 1, b. a). Şüpheli ve sanığa yüklenen bu ödevin amacı, ceza muhakemesi sisteminde hakkında soruşturma veya kovuşturma yapılan kişi ile savcı veya yargıç önüne gelenin aynı kişi olup olmadığının tespitidir.[35] Eğer huzura alınanın gerçek şüpheli veya sanıktan farklı kişi olduğu ortaya çıktığında artık bu şahsa karşı esasa ilişkin ifade alma işlemine başlanılamayacaktır.
Şüpheli veya sanık işlediği suç nedeniyle kendisi hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılmasını engellemek amacıyla, başkasına ait kimliği veya kimlik bilgilerini kullanırsa “başkasına ait kimlik veya kimlik bilgilerinin kullanılması” (TCK m.268) suçunu işlemiş olacak ve bu suç iftira (TCK m.267) hükümlerine göre cezalandırılacaktır. Bunun yanında örneğin sahte kimlikli olduğu tespit edilen şüpheli veya sanık hakkında “resmi belgede sahtecilik” (TCK m.204) meydana gelebilecektir.
Susma hakkının pek çok avantajı olmasının yanında çok dikkatli kullanılması gereken bir hak olduğu açıktır. Kaldı ki bazı durumlarda, şüpheli veya sanığın etkin pişmanlık hükümleri gibi bir takım yasal indirimlerden faydalanmasının önü susma hakkının kullanılması ile tıkanabilir. Ancak Yargıtay’ın sırf susma hakkı kullandığı için sanığın takdiri indirimden yararlanmamasını bozma sebebi saydığı kararları da mevcuttur.
Son olarak belirtmek gerekir ki her ne kadar şüpheli veya sanığın kimlik bilgilerini doğru vermek gibi bir yükümlülüğü olsa da, bu bilgilerin verilmesinin, esasa ilişkin açıklama yapmak anlamına gelebilecek hallerde ve kendini suçlamak anlamına geldiği olaylarda bu kurala bir istisna tanınmalıdır.
X. MİRANDA KARARI (MIRANDA v. ARIZONA 1966) ve MİRANDA UYARISI’NIN SUSMA HAKKI AÇISINDAN ÖNEMİ
Ceza muhakemesine kişiler nezarete alındığı veya başka bir şekilde hürriyetinden yoksun bırakıldığı zaman büyük bir baskı altına girmekte ve buna ek olarak gözlerden uzaklaşan bu kişinin temel hak ve hürriyetlerinin çiğnenmesi ihtimali doğmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki bu kişilerin de belli başlı hakları vardır. Bu hakların başında ise haklarını öğrenme hakkı ve kişinin kendisini suçlamaya zorlanmama hakkı gelmektedir.
Haklarını öğrenme hakkı, ABD Yüksek Mahkemesi’nin[36] 1966 yılında verdiği ve “Miranda Kararı” olarak bilinen bir karardan[37] doğmuş ve gelişmiş olan bir haktır (makalenin başındaki resimde, teşhis işlemi yapılması esnasında 1 numaralı şahıs Ernesto Miranda’dır). Miranda kararı özellikle kişinin kendisini suçlamaya zorlanamama ilkesi ile ve müdafiiden yararlanma ilkesi ile doğrudan ilişki içindedir. Susma hakkının da ceza yargılaması ile karşılaşan şüpheli veya sanığın bir hakkı olduğu unutulmamalı ve bu hakkından haberdar edilmelidir.
Miranda Kararı’nı incelemeden önce Yüksek Mahkeme’nin nasıl bir bakış açısıyla hareket ettiğini izah etmek gerekmektedir. Yüksek Mahkeme ABD Anayasası’nın ek 5. maddesindeki; “kişinin kendisini suçlamaya zorlanamama ilkesi”ne dayanarak, federal bir ceza duruşmasında sanığın iradi olmayan itirafının kabul edilmesini önlemiştir. Yüksek Mahkeme davalarında, ABD Anayasası’nın ek 14. maddesi de önemli olmuştur[38]. Miranda Kararı’ndan önce Yüksek Mahkeme, bu şekilde alınan itirafların da kullanılabileceğini kabul etmiş[39], Miranda v. Arizona (1966) davasında ise Yüksek Mahkeme, bir suçla itham edilen kişinin, verdiği ifadeler sırasında, anayasal sessiz kalma hakkından, “isteyerek, bilerek ve aklî durumu normal iken” vazgeçmemiş ise, verdiği ifadelerin mahkemede kanıt olarak kullanılamayacağına karar vermiştir. Miranda Kararı ile Yüksek Mahkeme, sessiz kalma hakkını, mahkeme salonundan, polisin sorgulama odasına taşımıştır.[40]
Söz konusu kararı incelemek gerekirse: 3 Mart 1963’te ABD’nin Arizona eyaletinde bir kişi genç bir kadını arabası ile kaçırmış, ellerini ve ayaklarını bağlayıp tecavüz ettikten sonra, evinin yakınlarında bir yere bırakmıştır. Olay polise bildirilmiş ve soruşturma başlatan polis, 23 yaşında, Ernesto Miranda adında bir Meksikalı’nın evine gitmiştir. Bu kişi daha önce, ev soyma, tecavüze teşebbüs ve saldırı suçları nedeniyle çocuk nezarethanesi yetkililerine teslim edilmiş olan ve suç kayıtları bulunan bir sabıkalıdır. Polis merkezinde, dört diğer Meksikalı ile birlikte, sanık teşhis odasına alınmış ve burada şikâyetçi tarafından teşhis edilmiştir. Bunun üzerine sorgulama odasına alınarak, polisler tarafından iki saat süre ile sorgulanmış ve sözlü olarak itirafta bulunduktan sonra yazılı bir ifade imzalamıştır.[41]
Yoksul bir kişi olan Miranda’ya sorgulamadan önce bir avukatla görüşme hakkı bulunduğu hiçbir aşamada söylenmemiştir. İfadeyi imzalarken şöyle bir kabul ifadesine de yer vermiştir: “Bu ifademi isteyerek, serbest irademle, hiçbir tehdit, baskı veya dokunulmazlık vaadi olmaksızın ve bütün yasal haklarımı bilerek, verdiğim her ifadenin bana karşı kullanılabileceğini anlayarak yapıyorum.”
Miranda, iddianamede insan kaçırma ve tecavüz ile suçlanmış, sözlü ve yazılı ifadeleri kanıt olarak mahkemeye sunulmuştur. Miranda, savunması için hiçbir kanıt ortaya koyamamış ve her iki suçtan da mahkûm edilerek, 20 ve 30 yıllık hapis cezalarına çarptırılmıştır. Daha sonra Eyalet Yüksek Mahkemesi[42] temyiz edilen kararı onaylayarak sanığın, “avukat bulundurma hakkının kendisine söylenmediği ve itirafları sırasında bir avukat bulunmadığı için itiraflarının kanıt olarak kabul edilmemesi gerektiği” şeklindeki itirazlarını reddetmiştir. Mahkeme sanığın avukat konusundaki itirazını reddederken de, Escobedo v. Illinois (1964) kararındaki şu kuralı gerekçe göstermiştir: “Şüpheli talep ettiği halde, avukatına danışmasına izin verilmemesi durumunda, avukat hakkının kullandırılmadığına karar verilebilir.” Oysa Miranda ifadelerini verirken hiç avukat talebinde bulunmamıştır.[43]
Miranda davası ile birlikte, People v. Vignera (1965), Westover v. United States (1965) ve People v. Stewart (1965) davaları da ABD Yüksek Mahkemesi’ne gönderildi. Bu dört davanın müşterek yönleri vardı: Dördünde de ciddî suçlar söz konusuydu; insan kaçırma – tecavüz, soygun, banka soygunu, soygun – cinayet. Dördünde de olaylar benzer şekilde cereyan etmişti: Zanlılar polis tarafından nezarete alınmış, sorgulanmış ve sessiz kalma ve/veya avukat haklarından açık şekilde haberdar edilmemişlerdi. Dördünde de suçun ispatı için, sanıkların itirafları mahkemede kullanılmıştı. Yüksek Mahkeme bu dört davayı karar sırasında tek bir çatı altında toplayarak değerlendirdi ve tüm dünyada bilinen Miranda v. Arizona kararları ortaya çıktı. Miranda Kararı, Yüksek Mahkeme’de 5-4 oy çokluğu ile alınmıştır.
Meşhur Miranda v. Arizona davasında, Yüksek Mahkeme, bu kuralın nezaretteki soruşturmaya uygulanmasına açıklama getirmiştir. Nezaretteki sorguyu çoğu zaman polis memurları yaptığından dolayı, şüphelilere Kararı’nda yer alan belirli sözcük ve ifadeleri içeren bir uyarıda bulunmaları gerekliliği ortaya çıktı. Polis memurlarının kendi sorgu usullerini bu doğrultuda düzenlemeleri ve Miranda Kararı’nda yer alan hakları şüpheliye sorgudan önce duyurmaları gerekiyordu.[44] Bu uyarılar yapıldıktan sonra kişi, bilerek ve bilincinde olarak bu haklarından feragat ederek soruları cevaplandırabilir veya yazılı ifade verebilir. Ancak, savcılık mahkemede, bu uyarıların yapılmış olduğunu ve kişinin kendi aleyhine tanıklığa zorlanamama ile ilgili koruyucu usul ve esaslara uyulduğunu veya kişinin bu haklarından feragat ettiğini kanıtlayamadığı takdirde, nezaretteki sorgulamada elde edilen hiçbir kanıt mahkemede bu kişi aleyhine kullanılamayacaktır.
Miranda Kararı’nın etkisiyle pek çok polis merkezi kısa bir süre sonra, polis memurlarının şüphelilere hatırlatılması gerekenleri aşağı yukarı belirlemiş ve Miranda Uyarısı ortaya çıkmıştır. Miranda Uyarısı’nda şu cümleler geçmektedir:
-Sessiz kalma hakkınız vardır,
-Söyleyeceğiniz her şey mahkemede aleyhinize kullanılabilir,
-Herhangi bir soruya cevap vermeden önce bir müdafi ile konuşma hakkınız vardır ve soruları cevaplarken müdafi yanınızda bulunabilir,
-Eğer bir avukat tutamıyorsanız ve dilerseniz, size bir müdafi tayin edilecektir,
-İfade esnasında herhangi bir anda, soruların öncesinde veya sonrasında susma hakkınızı ve müdafiden yararlanma hakkını kullanabilirsiniz.
Miranda Kararı’nın sonrasında oluşturulan Miranda Uyarısı’nın ilk cümlesine bakıldığında “sessiz kalma hakkı”nın zanlıya hatırlatıldığı görülmektedir. ABD’de verilen bu karar Common Law ile sınırlı kalmamış, pek çok ülkenin ceza muhakemesi sistemini etkilemiştir. Bu sebeple Miranda Kararı susma/sessiz kalma hakkının gelişimi açısından verilmiş çok önemli bir karardır.
XI. SUSMA HAKKI’NIN AİHM KARARLARI KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ
Uluslararası bir nitelik taşıyan AİHS’nin 6. maddesinde “adil yargılanma hakkı”[45] düzenlenmiştir. AİHM önüne gelen davalarda susma hakkını adil yargılanma hakkının ayrılmaz bir parçası olarak nitelemiş ve AİHS’nin güvence altına aldığı haklardan birisi olarak ele almıştır.[46] Bu bağlamda 6. maddede doğrudan doğruya belirtilmeyen “susma hakkı”nı 1. fıkra kapsamında değerlendirilmelidir. AİHM’in vermiş olduğu kararları incelemek gerekirse:
Heaney ve McGuinness / İrlanda, 34720/97, 21 Aralık 2000 kararında:
“53…kendilerine belirli tarhilerdeki hareketleri için açıklamada bulunmazlarsa, altı aylık hapis cezası alma riskleri bulunduğu bildirilmiştir…
55. Dolayısıyla AİHM… aleyhlerinde yapılan suçlamalara ilişkin bilgi vermelerini sağlamak amacıyla getirilen “baskı derecesinin”, kendi aleyhlerinde tanıklık etmlerine karşı imtiyazlarının ve sessiz kalma haklarının esasına zarar verdiği sonucuna varmıştır.
58. AİHM, Hükümet’İn güvenlik ve kamu düzeni endişelerinin, başvuranların AİHS’nin 6/1. maddesince teminat altına alınan sessiz kalma ve kendi aleyhinde tanıklık etmeme haklarının esasına zarar veren bir maddeyi haklı gösteremeyeceği sonucuna varmıştır.
59. Bu nedenle, başvuranların AİHS’nin 6/1. maddesince teminat altına alınan sessiz kalma ve kendi aleyhinde tanıklık etmeme haklarının ihlal edildiği kanaatindedir.”
Tekrardan belirtmek gerekir ki AİHS m.6/1 ile teminat altına alınan haklar ile m. 6/2’de düzenlenen masumiyet karinesi arasında çok yakın bir bağ bulunmaktadır.Kişi sessiz kalma eylemini gerçekleştirdi diye, masumiyet karinesi çürütülmüş sayılamayacaktır.
Sessiz kalmanın mahkemede sanığın aleyhinde delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Mahkeme ve Komisyon önüne gelen davalardan şu sonuçları çıkarmak mümkündür:
1) Suç isnad edilen kişinin bir ceza tehdidi ile konuşturulmaya zorlanmaması gerekir,
2) Fakat susma hakkı mutlak değildir, bu nedenle susmasının kendi aleyhine sonuç çıkarılmasına neden olabileceği konusunda uyarılabilir.
3) Savcılığın sunduğu güçlü ve izah edilmeye muhtaç deliller var ise, bu deliller karşısında sanık tarafından açıklama yapılmaması, deliller değerlendirilirken suçlu olduğu yönünde sonuç yaratabilir.
4) Mahkemenin böyle bir sonuç çıkarması durumunda gerekçenin detaylı olması, bu konuda sanığın yeterince açık bir biçimde aydınlatılmış olması, üst mahkeme tarafından tekrar incelenmesi gerekir.
5) Sanığın susması, sorulara cevap vermemesi veya delil göstermemesi, mahkumiyrtin tek ve esas dayanağı olamaz, başka delillerinde olması gerekir.[47]
Sanığın ifadesinin zorla alınması ile, sanıktan zorlama ile alınabilen ve sanığın iradesinden bağımsız olarak var olan kan[48], idrar veya doku örnekleri veya müzekkereye bağlı olarak edinilen bir belge gibi materyallerin kullanılmasından farklı olduğu, kendini suçlayıcı delil sunmama hakkının bu belirtilen halleri kapsayacak şekilde genişletilmemesi gerektiği[49] AİHM tarafından belirtilmiştir. Tez konusu susma hakkı ile ilgili olsa da bu konu hakkındaki görüşümü kısaca söylemeliyim.AİHM’in görüşüne katılmamaktayım.Özellikle kan, idrar, doku veya parmak izi verilmesi gereken hallerde sanığın ceza alma tehlikesi bulunuyorsa; sanığın kendi iradesinden bağımsız varolan bu maddelerin kendi aleyhinde delil sunmaya zorlanmama hakkı içinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Kişi, bedenine karşı yönelmiş bulunan tehlikeleri bertaraf edebilmeliri. Kanunlarda “sağlığına zarar vermemek koşuluyla” şeklindeki bir ön şartın getirilirek kan veya doku örneği alınması yine de kişinin vücut bütünlüğüne zarar vermektedir. Örnek vermek gerekirse: Kan vermenin maddi gerçeği açığa çıkaracağı ve üstün yararın bu olduğu düşünülen bir olayda; şüpheli veya sanığın üstün yararı kanını vermemek değil midir? Mağdurun veya iddia makamının yararı diğer bir süje olan şüpheli veya sanığın yararından daha mı üstündür?
Averill in İngiltere aleyhine açtığı davada 06/06/2000 tarihli karar ve Quinn’in İrlanda aleyhine açtığı davada 21/12/2000 tarihinde verilen karar ile sanığın susma hakkının aleyhine delil olarak kullanılıp mahkumiyetine gidilmesini adil yargılanma hakkının ihlali olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi istenen belgeleri vergi denetçilerine vermekten kaçınan kişinin bu nedenle cezalandırılmasını adil yargılanma hükmüne aykırı görmüştür.
XII. SONUÇ
Tarihsel süreçte işkenceye karşı bir duruş olarak filizlenen susma hakkı, suç şüphesi altında bulunan kişiye tanınmış bir temel haktır. Kişi asla kendisini suçlayıcı beyanda bulunmak zorunda değildir. Ayrıca, susmak bazen en büyük savunma silahı olabilmektedir.
Bir çok temel hak ve özgürlükle bağlantılı olan susma hakkı, ülkemizin kanunlarında ve AİHS gibi uluslararası sözleşmelerde kendine yer bulmuş bir haktır. Kişi susma hakkını ister tamamen ister kısmen ister geçici olarak kullansın; kişi hakkındaki ilk izlenim “suçlu olduğu için sustuğu” olmamalıdır. Kendisini aktif olarak, konuşarak savunan bir kişi masumiyet karinesi çerçevesinde nasıl değerlendiriliyorsa, kendisini pasif olarak yani susarak savunan kişinin de masum olabileceği akıllardan çıkartılmamalıdır. Adalet mülkün temeli ise adaleti sağlayacak olan soruşturma ve kovuşturma makamları bu hakka saygı duymalıdırlar. Böylelikle ülkede hukuk devleti ilkesi gelişecek, kişiler devlet tarafından zarara uğratılmayacağına güven duyacaktır.
T.C. Anayasası’nda doğrudan doğruya susma veya sessiz kalma hakkı düzenlenmemiş olsa da, daha geniş bir perspektiften bakan Anayasa, temel hak ve hürriyetlerin korunacağını belirterek susma hakkını bu kapsama dahil etmiştir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ise susma/sessiz kalma hakkının şüpheli veya sanığa tanınmış olduğu görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin amacı, her konuda daha ileriye gitmek, uluslararası düzeyde saygınlığa ulaşabilmek olmalıdır. Bakıldığında Almanya dünya çapında hukuki ve ekonomik açıdan saygı duyulan bir devlettir. Alman Ceza Muhakemesi Kanunu ile ülkemiz kanunu arasında çok büyük bir fark bulunmamaktadır. Ancak hak ihlallerinin ülkemizde daha fazla yaşandığı bir gerçektir. Bunun sebebinin ise uygulamadaki yanlışlıklar olduğu apaçık ortadadır. Uygulamadaki bu sorunun giderilmesi için özellikle ceza muhakemesi safhalarında görev alan; kolluk, savcı ve hakimlerin bu konuda daha bilinçli olmaları gerekir. Ancak buradaki en büyük görevin avukatlara düştüğü göz ardı edilmemelidir.
Avukatlar özgür düşüncenin savunucularıdır, toplumun aksayan yönünü görmemekte ısrar edenler için bir “at sineği”dir. Avukatların sesi, hak ihlallerinin bulunduğu yerde diğer herkesten daha gür çıkmalıdır. Müdafii susma hakkının kullanılması açısından da büyük öneme sahiptir. Kişiye sadece müdafii ile görüşme hakkı tanınsa dahi, susma hakkının kullanılmasının yolu açılabilecektir.
Susma hakkının kişiye kullandırılmaması veya bu hakkının kullanan kişiden yasak usullerle alınan ifadeler istinaf ve temyiz incelemesinde mutlak bozma sebebidir. Ancak şu yanılgıya düşülmemelidir: Susma hakkı can simidi değildir her suya düşene yardım etmez. Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir(CMK m. 217/2). Bu sebeple kişinin suçluluğunu kesin bir biçimde ortaya koyan ve hukuka uygun bir delil var ise mahkeme cezaya hükmedebilecektir.
Cicero’nun dediği gibi “Adalet, her bir kimseye kendi değerine uygun olarak sahip olduğunu veren doğruluk ve hukuktur.”[50] Hukukumuzu adaletli bir şekilde uygulamalı ve geliştirmeliyiz. İnsan haklarının korunması hususunda gelmiş olduğumuz noktayı yeterli görmemeli, çıtayı hep daha yükseğe koymayı hedeflemeliyiz.
KAYNAKÇA
Beaney, William M., Özel Yaşam, Medya ve Ceza Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2007
Başlar, Kemal, Türk Mahkeme Kararlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Şen Matbaa, Ankara, 2008
Cengiz, Serkan vd., Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Ceza Yargılaması Kurum ve Kavramları, Şen Matbaa, Ankara, 2008
Doğru, Osman / Nalbant Atilla, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, Şen Matbaa, Ankara, 2012
Emniyet Genel Müdürlüğü, Polis Uygulamalarıyla İlgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Karar Özetleri, EGM Eğitim Dairesi Başkanlığı Yayın ve Basımevi Şb. Md., Ankara, 2012
Erdem, Mustafa Ruhan / Öztürk, Bahri, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, Seçkin Yayınları, Ankara, 2014,
http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2011-1/2011-1-2.pdf (e.t. 26.06.2019)
http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2011-1/2011-1-2.pdf (e.t. 25.06.2019)
http://www.legal-tools.org/doc/aee4e8/pdf/ (e.t. 30.06.2019)
https://digitalcommons.law.yale.edu/cgi/viewcontent.cgi?referer=https://www.google.com/&httpsredir=1&article=1585&context=yjil (e.t. 30.06.2019)
http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2010-91-657 (e.t. 25.06.2019)
http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2007-71-346 (e.t. 20.06.2019)
https://www.gesetze-im-internet.de/stpo/ (e.t. 30.06.2019)
https://www.studiocataldi.it/codiceprocedurapenale/codiceprocedurapenale.asp (e.t. 28.06.2019)
https://www.brocardi.it/dizionario/6062.html (e.t. 26.06.2019)
İnceoğlu Sibel vd., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa, Şen Matbaa, Ankara, 2013
Karadeniz Çelebican, Özcan, Roma Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 2004
Öztürk, Bahri vd.,Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2016,
Reidy, Aisling, İşkencenin Yasaklanması, Ankara Açık Cezaevi, 2002, s.11
Tezcan, Durmuş / Erdem, Mustafa Ruhan / Sancakdar, Oğuz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Ankara Açık Cezaevi, 2004
Tezcan, Durmuş vd., İnsan Hakları El Kitabı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014
Vitkauskas, Dovydas / Dikov, Grigoriy, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında Adil Yargılanma Hakkının Korunması, MRK Baskı ve Tanıtım Hizmetleri, Ankara, 2018
Yenisey, Feridun / Oktar, Salih /
Alman Ceza Muhakemesi Kanunu Strafprozeßordnung (StPO), Beta Yayınları,
İstanbul, 2015
[1] Susma/Sükut: [lat.]tacere; [ing.]silence; [alm.] schweigen;
[fr.]
silence).
[2] Black’s Law Dictionary, Sixth Edition [Centennial Edition: 1881-1991], Editor: Black Hanry Campbell, Weat Publishing Co., St. Paul, Minnesota, USA, 1990, s. 1382.
[3] [Lat.] nemo tenetur se ipsum accusare. AİHS’de açıkca düzenlenmemiş olan susma hakkı, öğretide çeşitli görüşler tarafından, suçsuzluk karinesi (AİHS m. 6, f. 2) veya sanığa tanınan kolaylıklar (AİHS m. 6, f. 3,b. b) arasına dâhil edilmekteyse de sözleşmenin işkence, insanlık dışı ve haysiyet kırıcı muameler yasağını düzenleyen 3. maddesi dolaylı bir biçimde susma hakkını düzenlemekte, yani bir kimseye kendi iradesine aykırı bir şekilde zor kullanarak açıklama yaptırmayı yasaklamaktadır (Donay Süheyl, “İnsan Hakları Açısından Sanığın Hakları ve Türk Hukuku”, İstanbul Üniversitesi Yayınları No: 2955, Hukuk Fakültesi Yayınları No: 647, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1982, s. 142, 143). “Konuşmak istemeyen yahut sorgusu esnasında yalan söyleyen sanığı cezalandırmak lazım geldiği fikri, sanığa gerçeğe uygun beyanda bulunma mecburiyetini yükleyen ‘engizisyon’(inquisitorial) sistemin son izlerindendir” (Gölcüklü Feyyaz, “Sanığın Sorgusu ve Sevk Tarzı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 2, Akıncı Matbaa, Haziran 1955, s. 107).
[4] Right to Remain Silent
[5] AİHM, Capeau / Belçika, 42914 / 98, 13 Ocak 2005)
[6] Gudjohnsson Gisli H., “The Psychology of Interrogations and Confessions: A Handbook”, John
Wiley & Sons Ltd. West Sussex, United Kingdom, 2003, s. 249.
[7] Tezcan, Durmuş vd. İnsan Hakları El Kitabı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014, s. 263
[8] Demirbaş, Timur, İnfaz Hukuku, Seçkin yayınları, Ankara, 2013, s. 99
[9] Kunter: s. 357. “Inquisitio (engizisyon) yargıcın re’sen tetkik etmesi demektir” (Seviğ, Vasfi Raşit, “Xuncu Asırdan Günümüze Kadar Ceza Muhakemeleri Usulü ve Gelişmesi”, Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 3, 1956, s. 323). Savunma hakkı ancak kişinin kendisini veya yakınlarını suçlamaya zorlanmadığı zaman bir anlam ifade eder (Koca: s. 54). Çünkü sanığı konuşturmak için yapılacak zorlama veya işkence, savunma hakkını yok eder (id.). Bu itibarla savunma hakkının tarihçesi, işkencenin bittiği yerden başlar (id.). Bu yaklaşımdan yola çıkarak, savunma hakkının tarihinin esasen insan haysiyetinin zorlama ve işkenceye karşı korunmasını amaç edinmiş olan susma hakkının tarihi ile aynı olduğunu ileri sürmek bizce yanlış bir yorum olmasa gerekir.
[10] Kocağolu Ali Mehmet/Kocaoğlu, Serhat Sinan, “İnsan Hak ve Özgürlüklerinin Uluslararası Korunması”, Ankara Barosu Dergisi, Yıl: 65, Sayı: 3, Yaz 2007, s. 108; Koca: s. 63.
[11] Almancası Strafgesetzbuch, İngilizcesi The Constitutio Criminalis Carolina olan Almanya’nın ilk ceza muhakemesi kanunu
[12] Erdem, Mustafa Ruhan / Öztürk, Bahri, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Güvenlik Tedbirleri Hukuku, Seçkin Yayınları, Ankara, 2014, s. 50
[13] Öztürk, Bahri vd., Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2016, s. 109
[14] Kant, Immanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Türkiye Felsefe Kurumu, 4.b, Ankara, 2009, s. 52
[15] Austria v. Italy, (Commission, admissibility), Appl. No. 12505/86, 11.10.1988
[16] Nemo tenetur se ipsum accusare
[17] AİHS m.6
[18] Öztürk, Bahri vd., Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2016, s.109
[19] AİHS m. 6/3, MvSHS m. 9/2
[20] Codice di Procedura Penale
[21] StPO § 55 “ (1) Jeder Zeuge kann die Auskunft auf solche Fragen verweigern, deren Beantwortung ihm selbst oder einem der in § 52 Abs. 1 bezeichneten Angehörigen die Gefahr zuziehen würde, wegen einer Straftat oder einer Ordnungswidrigkeit verfolgt zu werden.
(2) Der Zeuge ist über sein Recht zur Verweigerung der Auskunft zu belehren.”
[22] StPO § 55 Auskunftsverweigerungsrecht
[23] StPO § 114b “Belehrung des verhafteten Beschuldigten”
[24] (1) Der verhaftete Beschuldigte ist unverzüglich und schriftlich in einer für ihn verständlichen Sprache über seine Rechte zu belehren. Ist eine schriftliche Belehrung erkennbar nicht ausreichend, hat zudem eine mündliche Belehrung zu erfolgen. Entsprechend ist zu verfahren, wenn eine schriftliche Belehrung nicht möglich ist; sie soll jedoch nachgeholt werden, sofern dies in zumutbarer Weise möglich ist. Der Beschuldigte soll schriftlich bestätigen, dass er belehrt wurde; falls er sich weigert, ist dies zu dokumentieren.
[25] StPO § 114b/2-2, “das Recht hat, sich zur Beschuldigung zu äußern oder nicht zur Sache auszusagen,”
[26] StPO § 115 “Vorführung vor den zuständigen Richter”
[27] StPO § 115/3 “Bei der Vernehmung ist der Beschuldigte auf die ihn belastenden Umstände und sein Recht hinzuweisen, sich zur Beschuldigung zu äußern oder nicht zur Sache auszusagen. Ihm ist Gelegenheit zu geben, die Verdachts- und Haftgründe zu entkräften und die Tatsachen geltend zu machen, die zu seinen Gunsten sprechen.”
[28] StPO § 136/1, “ Bei Beginn der ersten Vernehmung ist dem Beschuldigten zu eröffnen, welche Tat ihm zu Last gelegt wird und welche Strafvorschriften in Betracht kommen. Er ist darauf hinzuweisen, daß es ihm nach dem Gesetz freistehe, sich zu der Beschuldigung zu äußern oder nicht zur Sache auszusagen und jederzeit, auch schon vor seiner Vernehmung, einen von ihm zu wählenden Verteidiger zu befragen. Möchte der Beschuldigte vor seiner Vernehmung einen Verteidiger befragen, sind ihm Informationen zur Verfügung zu stellen, die es ihm erleichtern, einen Verteidiger zu kontaktieren. Auf bestehende anwaltliche Notdienste ist dabei hinzuweisen.Er ist ferner darüber zu belehren, daß er zu seiner Entlastung einzelne Beweiserhebungen beantragen und unter den Voraussetzungen des § 140 Absatz 1 und 2 die Bestellung eines Verteidigers nach Maßgabe des § 141 Absatz 1 und 3 beanspruchen kann; zu Letzterem ist er dabei auf die Kostenfolge des § 465 hinzuweisen. In geeigneten Fällen soll der Beschuldigte auch darauf, dass er sich schriftlich äußern kann, sowie auf die Möglichkeit eines Täter-Opfer-Ausgleichs hingewiesen werden.”
[29] StPO § 136/2, “Die Vernehmung soll dem Beschuldigten Gelegenheit geben, die gegen ihn vorliegenden Verdachtsgründe zu beseitigen und die zu seinen Gunsten sprechenden Tatsachen geltend zu machen.”
[30] StPO § 163a, “Vernehmung des Beschuldigten”
[31] Kunter, Nurullah, “Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku”, 7. Bası, Kazancı Matbaacılık Sanayi, İstanbul, 1981, s. 359. Bununla birlikte yapılmış güncel olmayan bir bilimsel araştırmaya göre kolluk görevlilerinin (polis) %28 oranındaki bir önemli müdafiin susma hakkını kullanmayı teşvik etmesini şüpheli veya sanığın işlediği zannedilen suçun araştırılmasını sekteye uğratacağı kanaatindedir (Karaosmanoğlu Fatih, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Bağlamında Avukatın Gözaltı Birimine Gelmesi ve Hukuksal Yardım Hakkı: Türkiye-İngiltere Örnekleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 52, Sayı: 3, Yıl: 2003, Ankara, s. 185). Maalesef ki ülkemizde şüphelinin müdafi yardımından yararlanma hakkına ve dolayısıyla susma hakkına yanlış bakışı bırakınız kolluğu, savcı ve hakimlerimize bile sirayet etmiş olduğu uygulamada her gün rastlanılan gerçeklerdendir. Bununla birlikte İngiltere’de yapılmış çeşitli araştırmalar müdafi yardımından yararlanarak hukuki danışma almanın; toplamda şüphelilerin itirafta bulunan (ikrar eden) şüpheli sayısının yüzde 50 oranından biraz daha fazla olduğunu göstermektedir (Gudjohnsson, Gisli H., “The Psychology of Interrogations & Confessions: A Handbook”, John Wiley & Sons, United Kingdom, 2003, s. 150). Yani müdafi yardımından da yararlanılsa şüphelilerin yarısından fazlasının susma hakkını kullanmamaktadır.
[32] Yenisey: Hazırlık Soruşturması ve Polis, s. 57.
[33] Şahin: Sanığın Kolluk Tarafından Sorgulanması, s. 123; Koca: s. 185.
[34] Şahin: Sanığın Kolluk Tarafından Sorgulanması, s. 122; ESER: s. 321.
[35] Yurtcan, Erdener, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu Şerhi ve İlgili Mevzuat I, s. 644.
[36] The Supreme Court
[37] Miranda v. Arizona (1966).
[38] Sonneborn, Liz, Supreme Court Cases Through Primary Sources – Miranda v. Arizona -The Rights Of The Accused, s. 30, Rosen Publishing Group Inc., New York, 2004
[39] Del Carmen, Rolando V., Criminal Procedure, Law And Practice, s. 340 – 342, Thomson
Wadsworth, Sixth Edition, 2004
[40] Prentzas, G. S., Miranda Rights; Protecting The Rights Of The Accused, s. 4, Rosen Publishing
Group Inc., First Edition, New York, 2006.
[41] Bkz. Acker, James R./Brody, David C., s. 226.
[42] State Supreme Court
[43] Acker, James R./Brody, David C., Criminal Justice in America s. 226 – 227
[44] Cole, George F./Smith, Christopher E., Criminal Justice in America s. 140.
[45] AİHS m. 6, Adil Yargılanma Hakkı “1. Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Karar alenî olarak verilir. Ancak, demokratik bir toplum içinde ahlak, kamu düzeni veya ulusal güvenlik yararına, küçüklerin çıkarları veya bir davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veyahut, aleniyetin adil yargılamaya zarar verebileceği kimi özel durumlarda ve mahkemece bunun kaçınılmaz olarak değerlendirildiği ölçüde, duruşma salonu tüm dava süresince veya kısmen basına ve dinleyicilere kapatılabilir.
2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.
3. Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir: a) Kendisine karşı yöneltilen suçlamanın niteliği ve sebebinden en kısa sürede, anladığı bir dilde ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendisini bizzat savunmak veya seçeceği bir müdafinin yardımından yararlanmak; eğer avukat tutmak için gerekli maddî olanaklardan yoksun ise ve adaletin yerine gelmesi için gerekli görüldüğünde, resen atanacak bir avukatın yardımından ücretsiz olarak yararlanabilmek; d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek; e) Mahkemede kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından ücretsiz olarak yararlanmak.
[46] Funke v. France–10828/84 [1993] ECHR 7, 25 February 1993, para. 44; John Murray v. The United Kingdom–18731/91 [1996] ECHR 3, 8 February 1996, para. 45. Anılan kararların tam metinleri için bkz. http://www.echr.coe.int (Erişim Tarihi: 12.03.2009).
[47] John Murray v. U.K. (Grand Chamber), Appl. No. 18731/91, 08.02.1996, para. 41-42
[48] X v. Netherlands, (Commission, admissibility), Appl. No. 8239/78, 04.12.1978
[49] Saunders v. U.K., Appl. No.19787/91, 17.12.1996 para. 69
[50] “Iustitia est aequitas ius uni cuique rei tribuens pro dignitate cuiusque.”